HAYAT HİKAYEM

1950 yılında Mersin’de doğmuşum. İkinci Dünya Savaşı biteli daha 5 yıl olmuş, cumhuriyet kurulalı da 27 yıl... Benim tabi bütün bunlardan hiç haberim yok. Annemin, babamın ve benden üç yaş büyük olan ağabeyimin kanatlarının altında, kendimi hayatın akışına bırakmışım.

ÇOCUKLUĞUM

Annem ilkokul öğretmeni, babam edebiyat öğretmeniydi. Öğrencileri, babama ‘La Fontaine’ lâkabını takmışlardı. ‘La Fontaine’ epey muhalif bir öğretmen olduğu için bizimkilerin başı sık sık derde girer, tayinleri başka okullara ve şehirlere çıkarmış. Mesleğini, lâkabını ve öğrencilerini her zaman çok sevmiş olan babam, bu sürgünleri hep iyimserlikle ve yeni öğrenciler, yeni arkadaşlarla tanışmanın heyecanını yaşayarak kabullenirdi. Babam, kendi babasını hiç görememiş, çünkü dedem, hani şu “Askeri kırdıran Enver Paşa”nın askerlerinden biri olarak, savaşmak üzere Kafkasya taraflarında bir yerlere gitmiş ve bir daha da dönmemiş. Ancak ölüm haberi de gelmediği için, babaannem, Alogil’in Ayşe Bacı, ölene kadar dedemin dönüşünü beklemişti. Malatya’nın Kündübek (Gündüzbey) köyünde doğan babam, ismini köyünden almış. Annem ise babamdan daha şanslıymış, çünkü babası ne dünya savaşında ne de kurtuluş savaşında ölmemiş, gazi olmuş.

(Urfa, 1953)

(Bursa, 1954)

Biz, Mersin, sonra Urfa ve daha sonra da Bursa’ya geldik. Çocukluğum Bursa’nın ‘Yahudilik’ denen semtinde geçti. Bu semtin isminden de anlaşılacağı gibi, komşularımızın çoğu Yahudi’ydi. Aynı zamanda ucuz ayakçı meyhaneleriyle de ünlü olan bu semtte her sınıftan ve her kültürden insanlar yaşardı. Şimdilerde 'Arap Şükrü' gibi oldukça popüler bir görünüm alıp sınıf atlamış olan bu meyhanelere, o zamanlar genellikle; işsiz, aylak, ayak takımı ve hamallar takılır, meyhane kapanana kadar da ayakta demlenirlerdi. Bazen bunların karıları, elinden tuttukları küçük bir çocukla meyhane kapısına kadar gelir ve eve para bırakmadan kapıyı vurup çıkmış olan kocalarına kapıdan bağırıp çağırırlardı. Kapıya kadar çıkmak zorunda kalan koca da, karısının eline 3-5 kuruş sıkıştırıp başından def ederdi.

Biz “orta halli” bir aile olarak; yoksul, orta halli ve zengin komşularımızla akşamları ev gezmeleri, gündüzleri kapı önüne çıkardığımız sandalyelerde tavla atıp çay demleyerek, çocuklar cille oynayıp top koşturarak, turneye gelen Muammer Karaca Tiyatrosu, pazarları Tayyare Sineması’nda 9.00 matinesindeki çocuk filmleri daha sonra Yeni Sinema’nın kapısında Teksas - Tom Miks değiş-tokuşlarıyla; Devlet Tiyatrosu temsilleri; yaz akşamları Kültür Park’taki çay bahçelerinde nargile-semaverler; aile gazinolarında Muzaffer Akgün, Celal Şahin, tek tekerlekli bisiklete binen Alman akrobatlar; kışın Perşembe geceleri radyo tiyatrosu, Çarşambaları “Orhan Boran ve Yuki”, “Uğurlugil Ailesi” falan diye günlerimizi geçirirdik.

Aslında günleri değil yıllarımızı böyle geçirmişiz.
İlkokul, ortaokul çağındayken bunlardan başka hatırladığım pek bir şey yok. Tabi 27 Mayıs hariç...

27 MAYIS

Demokrat Parti’nin son yıllarında radyodan anons edilen “Vatan Cephesi’ne iltihak edenler”in sürekli uzayan listesini, ‘Milli Şef’in, bir aşağılanma biçiminde ‘sağır’ olarak adlandırılmasını, sonra gene İnönü’nün, meşhur “Sizi ben bile kurtaramam” mesajını, dinleye dinleye gelmiştik 27 Mayıs’a... Bizim evde kocaman bir AGA radyosu vardı. Toprak hattı ve anteni olan bir radyo. Üzerinde dünyanın çeşitli ülkelerinin radyo istasyon frekanslarının gösterildiği bir tablosu da vardı. Ama biz uzun dalgada Ankara, orta dalgada da İstanbul radyosunu dinlerdik. Bir de İzmir radyosu vardı galiba ama bizim evden pek çekmezdi. “Ara sıra da gizlice ‘Bizim Radyo’yu dinlerdik” desem, suç teşkil edebileceği için o fasla hiç girmiyorum.

(Bursa, 23 Nisan 1957)


İlk kez politikayla tanışmam 10 yaşıma rastlıyor. Sokaklardaki “Ya ya ya şa şa şa Cemal Aga çok yaşa” tezahüratları, ve radyoda Yassıada’dan yapılan duruşma salonlu, Salim Başol’lu, Egesel’li, “Sanıklar getirildi, müdâfîler hâzır” naklen yayınları hala kulaklarımdadır. Bir de sanırım 27 Mayısın ertesi günüydü, gece sokağa çıkma yasağı olduğu halde babam bizi alıp bir ahbaplarımıza ziyarete götürmüştü. Hiçbir vasıta çalışmadığı için Heykelönü’ne kadar yürümüştük ama Heykel’de askerler bizi çevirmişti. Babam o günlerde çok sevinçli ve coşkulu olduğu için sokakta rastladığı bütün askerleri yanaklarından öpüyordu. Sanıyorum bundan etkilenen nöbetçi subayı bize askeri bir jip tahsis etti ve biz de misafirliğe bu jiple gittik. Ama dönüşümüzü hatırlamıyorum, çünkü genellikle o yaşlardayken gece gezmelerinden kucakta uyuyarak dönerdim.

Yassıada macerası, 3 kişinin idamıyla sonuçlanmıştı. Bu idamlar gözlerden uzak yapılmıştı. Ama o dönemde adi suçlardan idam edilenler, şehrin meydanında, sabah ezanı civarında, halkın önünde sallandırılırlardı. Mesela Bursa’daki idam cezaları, Heykelönü’nde infaz edilirdi. Sonra da cenaze, ibret-i âlem için, çöp arabasıyla taşınırdı. Sabah erken kalkıp idamı seyretmek isteyenler de, toplanıp seyrederlerdi. Ben 61 Anayasasını, yeni partilerin kurulmaya başlanmasını hayal meyal hatırlıyorum. Ama ‘Çoban Sülü’ çok net bir şekilde aklımda kaldı. Süleyman Demirel, bir yandan ‘Morrison Süleyman’ diye tanımlanırken, bir yandan da ‘Çoban Sülü’ tefrikasıyla hayatımızdaki yerine kazınmaya başlamıştı. Ben de artık, Bursa’nın en popüler delileri olan Deli Ayten’in peşinden koşmuyor, Dayan Muzaffer’le eğlenmiyordum. Zaten delilere karşı anlayışlı davranmaya başlamak, büyüme işaretidir.



Liseye geçtiğim zaman sesim de yavaş yavaş kalınlaşmaya başladı. Müziğe de galiba tam o dönemde başladım. Babam şiir yazardı. Ağabeyim de şiire, resime, fotoğrafa, tiyatro ve sinemaya meraklıydı. Hatta o yıllarda ağabeyim, arkadaşı Zekai (Özger) ile birlikte ‘Kent 16’ diye bir sanat edebiyat dergisi bile çıkartmıştı. Sanıyorum buradaki “16” rakamının vurgulaması, şehirlere plaka numarası verilmeye başlanmasının henüz çok taze olmasından kaynaklanıyordu. Ailemde, hemen hemen hiç müzikle uğraşan kimse yokken müziğe neden yöneldiğimi pek bilemiyorum. Belki 60’ların atmosferi bunda etkili olmuştur. Çünkü 1960’lı yıllar, popüler müziğin dünyada ve Türkiye’de kabuk değiştirdiği yıllardı. Shadows, Beatles, Rolling Stones, Hollies, Monkees; Elvis Presley, Cliff Richard, Ray Charles, James Brown gibi İngiliz gruplar ve Amerikalı şarkıcılar, bizdeki grup müziğini; Adamo, Marc Aryan, Enrico Macias, Patricia Carli, Jhonny Halliday, gibi ağırlıklı olarak Avrupa-Akdeniz renklerindeki popüler şarkıcılar da, bizdeki solist müziğini etkiliyorlardı. Zaten anne babalarımız da, balo’larda, düğünlerde, Türkçe Tangolar’la dans ettikleri için, bu müzikler kulağımıza hiç de yabancı gelmiyordu.

(Bursa, 17 Şubat 1967)
Şasonlar


Biz de, işte bu ortam içinde, Beatles, Shadows şarkıları falan çalan bir grup kurmuştuk. O zamanki moda isimlerden esinlenerek grubun adını da ‘Şasonlar’ koyduk. Tom Miks, Teksas’lardan falan öğrendiğimize göre, Şasonlar bir Kızılderili kabilesinin ismiydi. Bu ilk grubumuzda, Müjdat Akgün, ben, Atilla Güney ve Selçuk Yücel vardık. Yani üç gitar bir davul... Ama bu enstrumanları çalmasını nasıl öğrendiğimizi hiç hatırlamıyorum. Çünkü öğrenebileceğimiz pek bir kimse yok gibiydi. Gerçi lisedeki müzik hocamız Nezir Şener çok faal bir öğretmendi, bizi de çok desteklerdi ama ilgi alanı daha çok halk müziğindeydi. Biz sanıyorum gitar çalmayı birbirimizden öğrendik. Bir de gündüzleri zaman zaman pavyonlara gider, orada İstanbul’dan gelmiş müzisyen ağabeylerimizle takılırdık. O dönem pavyonlarda daha çok, caz çalınırdı. Her pavyonda bir piyano bulunurdu. Buna bir kontrbas bir davul ve solo alet olarak da genellikle trompet eklenince orkestra tamam olurdu. Piyanist Kedi Nuri’yi bu pavyonlardan hatırlıyorum; geceleri çalar, gündüzleri de piyanonun bakımını yapardı. O, keçeleri değiştirip akortla oynarken biz de ondan bir şeyler öğrenmeye çalışırdık. Radyo, bizim müzik dinleyebileceğimiz, yeni müzikleri duyabileceğimiz en önemli kaynaktı. Benim Philips bir makara teybim vardı, radyodan yaptığım kayıtları daha sonra dinleyebiliyordum. Müjdat’ınsa pikabı vardı. 33 devirli plakları 16 devirde dinleyip gitar sololarını buradan çıkartırdı, sonra da çalardık.

(Bursa, 4 Mart 1967)
Yılın Güzellik Kraliçesi - İnci Asena


(Bursa Karacaali Köyü, 1967)
Şasonlar

O yıllarda, yani 1965, 66, 67’de, Bursa’da Çarşamba ve Cumartesi günleri danslı gençlik çayları olurdu, bu grubumuzla oralarda çalardık. 7-8 tane de rakip grup vardı. Ama en büyük rakibimiz Canibals, yani Yamyamlar’dı. Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği amatör orkestralar yarışmasında biz birinci onlar da ikinci olmuştu. Biz birinci olmanın getirdiği hava ve gazla o yıl Bursa ve havalisinin tozunu epey attırmıştık. Gemlik Kumla’da iskele açılışında ve hatta Karacaali Köyü’ne ilk elektrik gelmesi münasebetiyle düzenlenen törende, bando niyetine biz çalmıştık. Elektriğin, tellerin üzerinden akarak gelişini adeta gözlerimizle takip etmiş, prize kadar gelince de elektro gitarlarımızı çalıştırmıştık.


1968

1967 yılında üniversite sınavını kazanıp İstanbul’a gelince, benim Bursa hikayem noktalanmış oldu. 17 yaşındaydım. Gerçi daha önce yaz tatillerinde falan gelip Süreyya Paşa’da, Moda’da, Sarıyer’de Altınkum’da çok denizine girmiştim İstanbul’un. Ama bu sefer tek tabanca olmanın keyfi farklıydı. Hem yalnız yaşamanın getirdiği özgürlük, hem üniversite ortamı, hem yeni arkadaşlar, beni daha olgunmuşum gibi davranmaya zorluyordu. Bıyık sakal falan da bırakmaya başlamıştım. Ne de olsa liseyi bitirmiştim, cebimde ‘şebeke’m vardı. Gündüzleri, yataktan kalkabilirsem okula gidip derslere giriyordum. Kalkamazsam ertesi günü bekliyordum. Okulum Edebiyat Fakültesinde, İngiliz Dili ve Edebiyatı... Hocalarımız Mina Urgan, Cevat Çapan, Murat Belge gibi bir öğrencinin yeryüzünde rastlayabileceği en kaymak insanlar... Öğleleri Turhan Emeksiz’de yiyoruz, ‘Hasıraltı’, Beyazıt Meydanı, Çınaraltı, Sahaflar Çarşısı bizim sıkça takıldığımız mekanlar. Akşamları Kumkapı, Yenikapı, Samatya’da içiyoruz. O zamanlar meyhaneler de ucuz... Akşamları bazen de Aksaray’daki Anıl’da yiyoruz; kuru, pilav, ekmek, su 150 kuruş... Evimiz Kuledibi’nde, Doğan Apartmanının karşısında güngörmez bir bina, evsahibemiz genelevde çalışıyor. Biz her ay kira vermek için Alageyik Sokağı’ndan giriyoruz. “Hadi haftayım beyler” seslerini yararak içeri girip kiramızı ödüyoruz ve evin akarı kokarı mevzularını halledip, şamtatlıcıların ve hamamcıların arasından Yüksekkaldırım’dan gerisin geri tırmanıyoruz. Rum kızları var sokağımızda, ama bize pek bakmıyorlar.

(İstanbul, 1968)


(İstanbul, 1969)
İktisat Fakültesi

Ertesi yıl İktisat Fakültesi’ne giriyorum, sırf Türkçe olduğu için. Evi de önce Yeşilköy’e taşıyoruz, sonra ailem de İstanbul’a taşındığı için Üsküdar’a geçiyorum. Müzik tercihlerimin değişmesi falan da hep bu yıllara rastlıyor. Bir yandan Camus, Sartre, bir yandan Marks, Engels okuyorum. Nazım Hikmet’i tanıyorum. Cebimizden şiir kitapları hiç eksik olmuyor. Okulda boykotlar, hocalarla tartışmalar (Orhan Aldıkaçtı, Anayasa hocamız ama daha henüz 1981 Anayasasını hazırlamamış), Beyazıt Meydanı’nda toplantılar, Cihan Alptekin’in işaret parmağı ve talimatıyla rektörlüğü falan işgal etmeler, Taksim’e yürüyüşler arasında, Ruhi Su, Bob Dylan, Joan Baez gibi muhalif müzikleri keşfediyoruz. Aşık İhsani, Mahsuni, Daimi, Hüseyin Kaçıran düzenlenen gecelerin baş isimleri. Deniz Gezmiş’le aynı sokakta oturuyoruz ama o evde kalmadığı için mahalleye pek uğramıyor. Benden birkaç yaş büyük, yani bana göre koskoca adam. O yıllarda Boğaz Köprüsü daha yapılmamış, ara sıra arabalı vapurda rastlıyorum ona, o kadar... Hep olgun, hep kendinden emin ve düşünceli bir şekilde bakıyor. Bir-iki kere arabalı vapurda çay ısmarlamıştı bana; hayatta övündüğüm şeylerden biri de budur...

Boğaz Köprüsü de yoktu o yıllarda, televizyon da. Telefon hep vardı ama evlerde pek bulunmazdı. Komşulardan birinde varsa, şehirlerarası için haber verilir, rica edilir ve numara bağlattırılır, sonra da gidip konuşulurdu. Şehiriçi için zaten hiç gerek duyulmazdı. Bu yüzden, arkadaşlarımızla görüşmek istediğimiz zaman atlayıp evlerine giderdik. Evdeyse kapıyı açardı, evde yoksa geri dönerdik. Acil bir durum olursa da, telgraf kullanılırdı. Telgrafın da daha ucuz bir türü olan ELT, iyi ve kötü haberleri ulaştırmakta en yaygın araçtı. Bilgisayar zaten yoktu. Türkçede ‘bilgisayar’ sözcüğü oluşmamıştı daha. Böyle bir makineden haberimiz vardı ama o yıllarda biz onu ‘elektronik beyin’ olarak adlandırıyorduk. Ve duyduğumuza göre, çok büyük salonlara ancak sığan, devasa bir aletti. Televizyonu ise yabancı filmlerde zaman zaman görmüştük, “evin içinde oturduğun yerden sinema gibi seyrediyormuşsun” diye tarif ediyorduk birbirimize. İlk televizyon yayınını Tünel’deki TMGT’nin (Türk Milli Gençlik Teşkilatı)salonunda izlemiştim. Haftanın bir günü bir-kaç saat İTÜ’den tv yayını yapılıyordu. Ne izlediğimizi hatırlamıyorum, ama, ışıklar falan söndürülür öyle izlerdik. Geniş geniş koltuklar vardı.

 

(İstanbul, Spor ve Sergi Sarayı, 1969)
Karınca Şenliği
Fotoğraf: Karlıova

 

Gene rahat olduğumuz yerlerden biri de Tatbiki’nin kantiniydi. Akaretler’deki Tatbiki Güzel Sanatlar Akademisi, Beyazıt’a uzak olmasına rağmen sık gittiğimiz yerlerden biriydi. Pire, Muammer, Raki gibi oralarda okuyan, ya da oralara takılan bir arkadaş grubuna takılıyorduk. Kantini de çok güzeldi. Çaylarımıza kanyak karıştırıp içerdik. Kimi zaman da oradan Fındıklı’ya geçerdik. Beyazıt’taki kantinlerde ve kahvelerde egemen olan biraz da yarı feodal hava buralarda yoktu. Buralarda sanat okulu olmanın rahatlığı ve daha renkli bir ortam vardı.

O dönemde, en ayıp sayılan durumlardan biri de ‘küçükburjuvalık’tı. Belki büyük çoğunluğumuz küçükburjuva olduğumuz için, bir tür, alın yazımıza isyan niteliği taşıyan bir başkaldırı içindeydik. Gerçekten de küçükburjuvalık, o dönemde, insanın başına gelebilecek sanki en kötü şeydi. Ben sırf bu yüzden gitarı pek elime almaz olmuştum. Çünkü gitar çalmak, biraz ayıp bir durumdu. Yüksekkaldırım’dan ucuz bir bağlama almış, her yere onu taşıyordum. Halk müziği tavrıyla çalamasam da, gene de meramımı anlatıyordum. Bir yandan halk ozanlarını dinlerken bir yandan klasik müzik ve ağırlıklı olarak da caz müziği dinliyordum. Gitardan uzaklaşmama, biraz da, müziğin ne kadar teknik bir iş olduğunu kavramamın sebep olduğunu sanıyorum. Çünkü yavaş yavaş “Biz bu işi bilmiyoruz” diye düşünmeye başlamıştım.

ASKER OCAĞI

Elbette ki müziği, hayatı, karşı cinsi tanımaya başlamanın belli bir yaşı olamaz, ama bu konuda bilinçli davranabilmek için sanıyorum 20 yaşını geçmiş olmak lazım. Ben de o yaşlarda, sırf yedeksubay olmak için İktisat’ta okuduğumu fark edip, radikal bir kararla, askere gitmek için başvuruda bulundum. 1971 yılının Mart başında da, fiilen askere gittim. Erzincan’a kadar trenle gitmiştim. O yıllarda Amerika’lı hippiler, Avrupa’da merkez olarak seçtikleri Amsterdam’da kalırlar, sonra da bir tür ‘hacı’lık gibi Hindistan’a giderlerdi. İstanbul ve Sultanahmet de aradaki en önemli duraktı. Sultanahmet’te Puding Shop ve Yener’in Lokantası dünya çapında meşhur olmuş isimlerdi, öyle ki, çoğu Amerikan genci, dünyada Türkiye’nin yerini bilmez ama Puding Shop’un yerini bilirdi.
İstanbul-Hindistan yolculuğu da genellikle trenle yapıldığı için, benim askere gidişim de böyle, küçük bir hippi kafilesiyle olmuştu. Bütün yol boyunca beni askerden kaçmaya ikna etmeye çalışmışlar ama ben gene de Erzincan’da birliğime teslim olmuştum. Askerdeki ilk günlerim dış dünyaya kapalı ve hay huy içinde geçtiği için, 12 Mart darbesinden bile ancak bir-iki hafta kadar sonra haberimiz oldu. Buradaki, bana 3 yüzyıl gibi gelen 3 aylık eğitimden sonra Ankara Genelkurmay’a dağıtım olmuştum. Askerliğim, 12 Mart tarihinin nasıl yazıldığını bu kadar yakından seyretmiş olmanın hüznüyle geçti. Sakıncalı bir asker olduğum için bana pek bir rol verilmedi. Ama sadece günleri saymak bile başlı başına bir iş. Bir de Şubat ayının bana attığı kazığı hiç unutmam, çünkü o yıl 29 çekmişti.



(Stuttgart - Schlossplatz, 1974)

TÜRK MUSIKİSİ DEVLET KONSERVATUVARI

12 Mart döneminin en kızışık günleri benim askerliğime denk gelmişti. Babamın gözaltına alındığını falan da benden gizlemişlerdi. Can Yücel’in, “hapishanedeyken içeri düşme tehlikesi yoktur” falan gibi, çok sevdiğim bir sözü vardır. Askerliğin de en güzel tarafı yeriniz yurdunuzun belli olmasıdır. Bir de terhis tarihinizin… Ben de 72’nin Kasım’ında İstanbul’a döndüm. 12 Mart’ın tansiyonu düşmeye başlamıştı. Mavi gömlekli Ecevit’in Karaoğlan posterlerinin siparişleri verilmişti. Kendime iş aramaya başladım. Gazetelerdeki iş ilanlarını takip edip birkaç yere müracaat ettim, ama hiçbiri olumlu sonuçlanmadı. En son Tevfik Gelenbe Tiyatrosu’na oyuncu olarak girdim.


Daha önce hiç tecrübem yoktu, ama, ülkemizde çok yaygın olan “herkes anasının karnında öğrenmiyor ya!” zihniyetiyle işe başladım. Oyunun adı ‘Aman Hayret Biraz Gayret’ti. Bir-iki ay provalara devam ettikten sonra, maddi sebeplerle ordan ayrıldım. Ve iş aramaktan vazgeçip, askerliğimi bitirmiş olmanın gururlu rehavetiyle 1973 yılını dinlenerek geçirdim. Ve yıl sonuna doğru da Almanya’ya ağabeyimin yanına gittim. Stutgart üniversitesine kaydoldum ama dil sorunumu çözemediğim için okumadım. Stutgart’ın meydanında, seyyar satıcılık yaptım. Yanımda götürdüğüm kolye, yüzük, bilezik ve ıncık cıncıkları sokağa serdiğim bir bezin üstünde satıyordum. Polis gelince de kaçıyordum. Çevremde satıcılar, hipiler ve fahişelerden oluşan bir topluluk vardı. O yıllarda henüz Avrupa ülkeleri vize istemiyordu, ama 3 aydan fazla da turist olarak kalamıyordunuz. Ben de bu yüzden 3 ayda bir, ya Hollanda’ya, ya da Fransa’ya gidiyordum. Bu seyahatlerim hep kafadengi bir arkadaşla birlikte, oto-stop yöntemiyle oluyordu. Bu şekilde Fransa’yı karış karış dolaştım. Çünkü oto-stop yapamadığımız durumlarda, yürümek zorunda kalıyorduk. Paris’ten, İtalya sınırındaki Briancon’a ve daha sonra Marsilya’ya ve Tour’a kadar Fransa’nın bütün köylerini gezmişimdir bu sayede... Lyon ve Grenoble’daki düşkünler evinde de günlerce kaldım. Bir de hiç unutmam, homoseksüellerle yazıya çıktığım gecenin gündüzüydü, Marsilya’daki çıplaklar kampında, siyah donumla, en çok ilgi çeken kişi ben olmuştum. Ha tek siyah donlu ha tek sünnetli, fark etmeyecekti zaten. Pasaportumun ay-yıldızlı olduğu en çok o gün dikkatimi çekmişti.


1975 yılı sonlarında da Türkiye’ye döndüm ve yeni kurulmakta olan Türk Müziği Devlet Konservatuvarı’na kaydoldum. Okul 1976’da eğitime başladı. Bir süre öğrenci başkanlığı da yaptığım bu okulda, eğitimin düzeltilmesi doğrultusunda çok çalıştım. Çünkü yeni bir kurum olması, ve Türk Müziği eğitimi konusunda yeterli birikimin olmaması ve metod eksikliğinden dolayı eğitim kalitesi oldukça düşüktü. Ama bunun yanında, o dönemki müzik üstadlarının büyük bir çoğunluğu okulda hocalık yaptıkları için, aynı zamanda çok cazip de bir yerdi.

(İstanbul - Türk Musıkisi Konservatuvarı, 1978)
C Şubesi, hocamız Saadettin Heper'le

Klasik Türk Müziğinin ne olduğunu, 4 yıl süren ders sohbetlerinde, hocam Saadettin Heper’den burada öğrendim. Geleneksel usta-çırak zincirinin belki de son halkası olan Saadettin Heper, bazı bilgileri sadece öğrencisi Kâni Karaca’ya aktardığını söylemişti. Zaman zaman örnekler vermek için derslere Kâni Karaca'yı da getirir ve bize Klasik Türk Müziğinin ulaştığı en tepe noktaları örneklerle gösterirdi. Hocam Saadettin Heper’den öğrendiğim en önemli şey, bu müziğin 1870’lerden sonra, daha üst düzeyde bir gelişim göstermediğiydi. “Yapılabilecek her şey bu tarihe kadar yapıldı. Artık yeni bir şey yok” demişti. Bu yönüyle Konservatuvar yönetimine de ters düşüyordu. Çünkü yönetim, Arel-Ezgi ekolünü temsil ediyordu. Bu ekol, modernist bir yaklaşımla, Türk Müziğini, kendi yöntemleriyle çokseslendirme gibi bir anlayış içindeydi. Oysa gelenekçi’lerin anlayışı ise, “bu müziğin tek sesli bir müzik olduğu ve devrinin kapandığı, bu müziğin bozulmaması gerektiği, bu müziklerin çokseslendirilmesine gerek olmadığı, artık yeni şeylerle uğraşmak gerektiği” şeklindeydi. Kendi içinde çok tutarlı görünen bu yaklaşımın doğruluğunu, aslında, toplumbilim de destekliyordu Mevlâna da:

“Dünle beraber gitti cancağızım
Ne kadar söz varsa düne ait
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım”


demişti zaten...

 

(İstanbul, 1979)
Ali Haydar Emre ile

Saadettin Heper, aslında kudüm hocam olduğu halde, ben ondan, çok başka şeyler öğrenmiştim. Gerçi bunu biraz da sınıf arkadaşlarıma borçluyum. Çünkü onlar, bizim bu sohbetlerimizi fırsat bilir, “ders kaynıyor” diye sevinerek kaytarırlardı. Ben hocamla konuşurken, onlar, akıllarınca ‘çaktırmadan’ kantine sıvışırlardı. Onların gözünde ben, ‘hocayı meşgul eden bir fedai’ konumundaydım. Bana minnetle bakarlardı... Şimdi hepsine teşekkür ediyorum.

Gene hocalarım Lâika Karabey, Bekir Sıtkı Sezgin, gerek bu müziğin teorisi, gerekse repertuar ve üslup özelliklerini bize aktarmak için çok çalıştılar. Ama benim okuldaki asıl branşım Halk Müziği’ydi. Yavuz Top ve Arif Sağ gibi iki usta hocadan bağlama öğrendim. Gene, Neriman Tüfekçi ve Nida Tüfekçi’den repertuar dersleri aldım. Yalçın Tura armoni hocamdı. Sonradan yanan Nişantaşı’ndaki binadan; Münir Nurettin Selçuk’un koluna girilerek okula geliş ve gidişleri, Aka Gündüz Kutbay’ın elinde sigarasıyla camdan bakışı, Kemal Batanay’ın abdest alışı, Cevdet Çağla, Hüsnü Özenen, Niyazi Sayın, Binali Selman ve daha bir sürü fotoğrafı ezberime alarak ayrıldım. Sanıyorum, okulun da ilk mezunu benim.

12 EYLÜL

Konservatuvar yıllarında, bir yandan öğrencilik yaparken bir yandan da çeşitli müzik çalışmalarında yer almıştım. Yeni Dünya Korosu da bunlardan biriydi. Bu koronun kayıtlarını o zamanki ŞAT Yapım stüdyolarında yapmıştık. Çeşitli ülkelerden topladığımız politik şarkı ve marşları Türkçeleştirip kayıtlamıştık. Stüdyodaki teyp 4 kanallıydı. Kayıtları İhsan Apça yapıyordu. 2 kanala; davul, bas ve gitar gibi altyapı enstrumanları stereo olarak kaydedilip, diğer iki kanala da solo çalgılar ve vokaller yerleştiriliyordu. Tabi düzenlemeleri yaparken kanal durumunu da gözetmek gerekiyordu. Kemanın bittiği yerden flüt başlıyor, daha sonraki boşluğa 2. ses oturtturuluyor falan gibi yani... Kanal yokluğundan, miksaj anında enstruman çaldığımızı bile hatırlıyorum.

İlk kayıt yaptığım 8 kanallı stüdyo ise, sanırım 1978 yılında, Stüdyo İstanbul’du. Stüdyo yeni açılmıştı. Selda’nın bir kaydıydı ve galiba şarkıları da Timur Selçuk düzenlemişti. Biz vokal kaydı için gelmiştik. Sıcak bir havaydı, Arif Sağ belden yukarısı çıplak, bağlama çalıyordu. Bir de ortalarda bir yerde, bir şişe viski hatırlıyorum. Ve ilginçtir ki, 1997 yılında, bu stüdyo kapanmadan önceki son kaydı da bir Ezginin Günlüğü albümüyle ve gene İhsan Apça’yla yapmıştık. Bu işin tekniğini bilmeyenler için bu kanal sayılarının hiçbir şey ifade etmeyeceğini biliyorum. Ama 1976’da ‘4’ olan bu rakamın, bugün ‘sonsuz’a çıktığını söylersem belki bir karşılaştırma yapılabilinir sanıyorum.

(İstanbul)
Doruk Onatkut

1968 yılında telefon aboneliği için PTT’ye başvurmuştuk, 1980 yılında telefonumuz bağlandı.

Ama tabi ki 1980 yılıyla ilgili hatırladıklarım yalnız telefondan ibaret değil. Her yanda vızıldayan kurşunlar, patlayan bombalar ve genç cenazeler ve sonunda 12 Eylül... 12 Eylül’ün Türkiye’nin en büyük dönemeçlerinden biri olacağını, 12 Eylül günü pek de hissedememiştim açıkçası. Ben bunu, basit bir faşist darbe olarak algılamıştım, ta ki Turgut Özal basın mensuplarına pijamalarıyla poz verinceye kadar...

Bir söz vardır, sanıyorum Hindemit’in,: “Hiçbir şey bulamazsam, telefon rehberini bestelerim” diye.. Sokağa çıkmak yasaktı. Günün, gecenin akibetini de bilmiyorduk. Sadece bekliyorduk. Ama Hindemit’ten şanslıydım. Evde bulduğum bütün şiirleri müziklemeye girişmiştim. Nazım Hikmet, Melih Cevdet, Özdemir Asaf, Lorca, Mevlana...

“Bütün kapılar kapalı, inik bütün perdeler
Nerdeler, nerdeler, nerdeler”


Bu durum aylarca sürdü. Benim defterlerimde onlarca şarkı birikti. Yavaş yavaş dışarı çıkmaya, hatta vapura binip karşıya geçmeye de başlamıştım. Hatta bir-iki iş bile buldum. Bir süre Ataol Behramoğlu’nun yazdığı Deniz Türkali’nin tek kişilik “İyi Bir Yurttaş Aranıyor” oyununda, bir süre de Ankara Çocuk Tiyatro’sunda piyanist olarak çalıştım.

 

EZGİNİN GÜNLÜĞÜ

 

Konservatuvardaki son senemdi, okulda öğrenci başkanıydım. Okul açılır açılmaz, biz, Halk Müziği öğrencileri olarak boykot kararı almıştık. Ancak 1. sınıf öğrencilerini bu boykotun dışında tutmuştuk. Onlara “Siz daha okula yeni girdiniz, sorunlarımızı bilmiyorsunuz, sizi de böyle bir boykota katılmaya mecbur edemeyiz. Hem okula yeni başlamanın sevinç ve hevesini kırmak istemeyiz” gibi gerekçelerle, onları bu işin dışında tuttuğumuzu söyledik. Ancak ertesi gün, onlardan birisi gelip: “Biz kendi aramızda konuştuk ve tartıştık, ve bu sorunların bizim de sorunlarımız olduğunu tespit ederek, biz de boykota katılmaya karar verdik” dedi. Emin İgüs’le ilk tanışmamız bu şekilde olmuştu. Emin, aynı zamanda İstanbul Belediye Konservatuvarı’nda da şan bölümüne devam etmekteydi. Ben 1979 yılında okulu bitirdikten sonra Emin’le ancak ara sıra görüşebilmiştik. 1982 yılının yaz sonlarıydı. Bir gün Emin bana geldi. “Galatasaray Lisesi ve İşçi Kültür Derneği’nde birlikte müzik çalışmaları yapmış olduğumuz bazı arkadaşlarla gene bir çalışma başlattık, bir süredir de provalar yapıyoruz” diyerek, bana çalışmalarını anlattı. Bir parçada yazılmış bir cura partisi vardı, benden bu partiyi çalmamı istiyordu. Ertesi hafta prova yerlerine gittim. 7-8 kişilik bir ekip halinde çalışıyorlardı. İçlerinde yalnızca Emin’i tanıyordum. Ama bu işe Emin’in önayak olduğu hemen anlaşılıyordu. Emin’le birlikte Şebnem Başar ve Hakan Yılmaz da solist olarak çalışıyorlardı. Enstruman olaraksa, bağlama, bas bağlama, flüt, cello ve zaman zaman kullanılan vurmalı çalgılar vardı.

(İstanbul, 1982)
Ezginin Günlüğü


Bağlamayı Vedat Verter, bas bağlamayı Tugay Başar, flütü Canan, celloyu Baki Duyarlar çalıyordu. Nurgül Yahyaoğlu da 4. vokalistti. Bir türküde de Doğan Dikmen ney çalıyordu. İlk provaya katıldığımda, bir konser repertuarının aşağı yukarı yarısını hazırlamışlardı. Ritsos’un, Enver Gökçe’nin Yaşar Miraç’ın şiirleri üzerine Emin’in ve Vedat Verter’in yazmış olduğu müzikler ve birkaç türkünün birbirine bağlanmasıyla oluşan, bu çeşitli enstrumanlarla renklendirilmiş olan müzik bloğu, bende oldukça deneysel bir çalışma izlenimi bırakmıştı. Ben de cura çalarak işe katılmış oldum. Ancak gruptaki işim yalnızca cura çalmakla sınırlı kalmamıştı. Konserin ikinci yarısı için hazırlanan ve Azeri türkülerden oluşan repertuarın düzenlemelerini yapmak da bana düşmüştü. 2-3 ay süren çok sıkı bir çalışmanın sonunda konsere tamamen hazır hale gelmiştik ve ilk konserimizi o zamanki Hodri Meydan’da yaptığımız zaman, Ezginin Günlüğü, 12 Eylül’ün karanlık ortamında, belki de bir mum yakmayı planlarken, çok parlak bir ışık olarak algılandı. Çünkü o dönemde birçok müzisyenin konser vermesi yasaklanmıştı. İnsanların konser salonu gibi, toplu mekanlarda bir araya gelmesi çok sakıncalı bir durum olarak kabul ediliyordu, ve bu yüzden bu tür organizasyonlara binbir türlü engeller ve yasaklar uygulanıyordu. Dolayısıyla da bu işlere girişmeye pek fazla cesaret eden kimse de olmuyordu. Bu ilk konserlerimizin kayıtlarını da “İstanbul Konserleri” adı altında kaset olarak yayınlamıştık. Daha sonra, Şan Tiyatrosu’nda, Konak’ta, Açık Hava’da, Ankara ve İzmir’deki konserlerle oldukça geniş bir dinleyici kitlesine de ulaşmıştık. Gene 1983 yılında yapılan Marmaris Festivalinde de ilk kez bir ‘halk konseri’ne katılmıştık. Bu festival aynı zaman o dönemin en başta gelen konser organizatörü Egemen Bostancı tarafından organize edilmişti. Dolayısıyla, bizim, müzik sektörüyle ilk kez yüzyüze gelmemiz açısından da önemlidir.

(İzmir, 1989)

Ezginin Günlüğü’nün hala devam eden inişli çıkışlı macerası bu şekilde başlamıştı. Emekliliği olmayan bir işe girdiğimi ancak yıllar sonra anlayabildim.

 

24 KARE - 25 KARE

70’lerin sonu ve 80’lerin başında birkaç oyun müziği, birkaç da sahne-dans müziği yapmıştım. TRT’nin yaptığı dramalardan da müzik yapma teklifi gelince önce biraz tereddüt etsem de, sonra denemeye karar verdim. Naci Çelik Berksoy ve Bülent Özdural tarafından hazırlanan 2-3 dramaya müzik yaptım. Daha sonra, artık bitişe geçmiş olan Yeşilçam’ın son dönem filmlerinden 5-6 tanesinin müziklerini yaptım. Bunların ilki, Oğuz Yalçın’ın “Evlerden Biri” filmiydi. Gene aynı dönemde Şahika İzmen’in yönettiği “Köyümüzde Şenlik Var” adlı bir belgesel dizinin müziklerini, Ezginin Günlüğü olarak hazırladık.

Ben, böyle, bu işlere başlayınca, “bu işi bilse bilse Yalçın Tura bilir” diye düşünüp, konservatuvarda armoni hocam olan, hem de Türkiye’de ‘film müziği’ denince ilk akla gelen isimlerden biri olan Yalçın Tura’nın kapısını çaldım. “Hocam bu işin bir kitabı falan var mı, nasıl öğrenirim?” diye sordum. Hocam da “Vallaha, yapa yapa öğreneceksin” deyince, doğru yolda olduğumu anladım. Daha sonra bir gün, Enis Rıza beni Süha Arın’la tanıştırdı. Sanıyorum 1986 yılıydı. Ben MTV stüdyolarında, 35’lik montaj masalarının başında montajları izleyerek, sağa pan-sola pan, sahne-plan falan derken; resimlerin hareketlenirken, müziğe nerde ihtiyaç duyduklarını, müzikten ne beklediklerini kavramaya çalıştım. Bu arada 10-15 tane de filmin müziğini yaptım. Film müziği, bu şekilde, benim en önemli iki işimden biri haline geldi. O kadar ki, bu konuda, üniversitede ders bile verdim. Çoğu belgesel olmak üzere 100 kadar filme müzik yaptım. Ve Süha Arın, Nesli Çölgeçen, Hasan Özgen, Savaş Güvezne, Kemal Sevimli, Adil Yalçın, Erdal Buldun, Hakan Aytekin, Cahit Seymen, Dilek İçinsel, Özdil Savaşçı gibi, hep iyi yönetmenlerle çalıştım.

(İstanbul, 1993)

2000’li yıllarda televizyon dizilerinin çoğalmasıyla, tv dizilerine de müzik yapmaya başladım. Hatta bu konuda daha organize ve yoğun çalışma şartlarına uyabilmek için ‘Bolahenk’ grubunu oluşturduk.

Bütün bu işler arasında, 1983 yılında Emin İgüs’le birlikte bir müzik dershanesi açtık, ama ancak 2-3 yıl kadar sürdü. Gene aynı yıllarda bir de Müzik Yapım şirketi kurduk. Hakan Yılmaz’a ve Grup Merhaba’ya birer albüm yaptık. Sonra bu işler daha büyük sermaye gerektirir hale gelince de bıraktık. Bir memur çocuğu olarak, ticarete daha fazla bulaşmamın anlamı da yoktu zaten…

(İstanbul, 1978)


1986 yılında bir de evlilik yaptım, 1987’de de baba oldum. Çocukluk arkadaşlarım Dursun’la, Cengiz’le Levent’le hala görüşürüz. Tabi, Oktay gibi, Müfit gibi artık görüşemediğim de birçok arkadaşım var, çünkü ölüp gittiler.


 

Ana Sayfa
Hayat Hikayem
Fotoğraflar
Karalamalar
Albümler
Şarkılar
Filmler
İletişim